#TARİH DERGİ EKİM 2020 SAYISI BAYİDE

45. YILINDA CONDOR OPERASYONU 1992’de Paraguay’da bulunan arşiv, ABD’nin Latin Amerika’da yerli işbirlikçileriyle yürüttüğü kirli operasyonu ve askerî darbeler sırasında “Akbaba”nın pençesinden kurtulamayan onbinlerce insanın hikayesini aydınlattı!

Masis Kürkçügil #tarih‘te!

https://www.tarihdergi.co

Yorum bırakın

Filed under GÜNCEL

Bilinmeyen bir “Jül Vern” üçlemesi!

Bilmem okuyan var mıdır? Yazar olarak “Jül Vern” ismi geçiyordu iç kapaklarında. Yıllar önce satmış, sonra da pişman olmuştum. Resmini arşivde bulunca paylaşayım da böyle bir sahte Jül Vern yayınımız olduğu da bilinsin dedim…

2012-06-19 19.10.55

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

MUHTIRALI HAYAT TAKVİMİ 1952

Bordo renkli kapağı, ihtiva ettiği son derece enteresan bilgiler ve hiç kullanılmamış olmasıyla şayan-ı dikkat bir küçük takvim-ajanda karışımı defter. Sahibi hiç kullanmamış…IMAG3267

İki binli yılların gençleri için çoğu “Neye yarar acaba bunlar?” türünden bir şaşkınlıkla karşılanacak nice hoş bilgi yer alıyor Muhtıralı Hayat Takvimi’nde. Mesela her ayın hava durumu, yenecek balıkları, avlanabilecek hayvanları, ahır ve kümes bakımları, tarlalar, sebze bahçeleri ve sebze-meyveleri ile bağların ve çiçek bahçelerinin bakım şekli yanı sıra benim en çok ülkemizin deniz fenerleri ile ilgili bilgi verilmesi ilgimi çekti. Nerede hangi fener faaliyette, rüyet sahası (etki alanı) ve kaç saniyede bir nasıl yanıp söndüğünü muhtıralı takvimimizden öğrenmek mümkün.
IMAG3268 Listeden anladığımız kadarıyla 27 millik rüyet sahası yani en uzak mesafeden görünen ziyasıyla Şile deniz feneri 1952 yılının şampiyonu. Onu 25 mil ile Helas ve 23 mil ile Karaburun fenerleri izliyor.

Şile feneri her 15 saniyede bir, beyaz bir şimşek çakarak gemilere yol göstermiş 1952 senesinde. Günümüzde durum ne minvalde bilemiyorum. Bilgisini veren muhtıralı bir cep takvimi ya da ajanda var mı ondan da haberim yok.

 

Sahibinin hiç kullanmadığını söylediğim, 1952 yılında 150 kuruşa satılan bu cep takvimini iyice inceleyince sahibinin sadece bir cümle yazmış olduğunu gördüm. Koca senede yazılmaya değer tek olay…
IMAG3269
Harf Devrimi yapılalı çok seneler geçmiş olsa da meçhul takvim sahibimiz belki alışkanlıktan belki de herkesin anlamasını istemediğinden o tek cümleyi de, 7 Temmuz 1952, Pazartesi tarihini okla belirtip, eski yazıyla kaleme almış.
” Server’in bir kızı daha oldu.”

Alp Ejder Kantoğlu

29.01.2014 Moda

Yorum bırakın

Filed under GÜNCEL

BEDRİ RAHMİ NAKIŞLI BİR DENEME – Cengiz Bektaş

MAVİ GEZİ BİR AĞAÇTIR DALLARI DENİZ

Niçin anıt dikmeye meraklıydı bu iki Eyuboğlu kardeş? Yalnız anıt mı, ikisi de boyalar, kağıtlar, kalemlerle, makaslar mukavvalarla durmadan çalıştırırlardı mavi yolcuları genç yaşlı. Yemek pişirmek, bulaşık yıkamak, ağ atmak, ağ çekmek, balık tutmak, tüfekle, gözlükle dalmak, ağları temizlemek, onarmak, dağ taş tırmanmak, örenleri gezmek, köylere gitmek, el yapısı ne varsa, kilim, cicim, saz, araç gereç, hepsini arayıp bulmak, kazılmış kazılmamış yerleri keşfetmek , ağaç, bitki, kabuk, çiçek, ot toplamak, arayıp bulmak, bulup çıkarmak, görmek göstermekle geçerdi günlerimiz; iş, iş, hep  iş yapardık, hep çalışırdık gün ve gece, hep bir yeni, bir güzel peşine düşerdik karada ve denizde. Ya haritalarımız, koylar, burunlar, kıyıların adlarını öğrenmeye, yerlerini saptamaya uğraşılırdı hep, yıldızların hangisinin ne saatte doğup ne saatte battığını bulmaya çalışır, her parça toprağın adını olduğu kadar söylencesini ve tarihini öğrenmeye koyulur, kitaplar karıştırırdık, sonra da geceleri rakılar içerek sabaha dek türkülerle bir de kendimizi dile getirmeye uğraşırdık. Mavi gezi buydu işte. Görülmemiş rüyayı görülmüş kılmak, yazılmamış kitabı yazılmış kılmak, söylenmemiş masalı söylenmiş kılmak. Buydu mavi gezinin amacı.

Cengiz Bektaş bu kitapta bir mavi gezi yapmış, bu mavi geziyi canının canı Bedri Rahmi ile birlikte yaşayarak söylemiş ve yazmış. Nakışlı denemesi Bedri Rahmi’yi de, Sabahattin Eyuboğlu’nu da sürdüren, yaşatan bir girişimdir. İnsanla doğanın kaynaştığı bir betik, bir imece mutluluğunun dile gelmesidir. İkisine seslenen bu MERHABA, ikisinin ve Halikarnas Balıkçısı’nın da MERHABA’sı ile birlikte yankılanacak, başka MERHABA’lara çağrı olacaktır.

Azra Erhat, Temmuz 1976

IMAG3035

Yukarıdaki satırların da yer aldığı yazısıyla başlıyor Cengiz Bektaş’ın “bedri rahmi nakışlı deneme” isimli kitabı. Bedri Rahmi’nin nakış gibi işlediği çizimlerle süslenmiş bu kitap için Cengiz Bektaş diyor ki: “Okuyacaklarınız (gezi, deneme, günlük ya da başka bir türde görülebilir, belki de hiç bir türe sokulamazlar) coşkuyla, kısa sürede yazılmışlardır. Bedri Rahmi Eyuboğlu, bir yazma üzerinde ana nakış gibidir bu yazıda…”

Nedir mavi yolculuk aslında, bilin diye alıntıladım yukarıdaki paragrafları. Bir de bu güzel kitaptan haberdar etmek için sizleri. Son olarak yolculuğun coşkusuyla bakın ne yazmış şair onu görelim.

Karanlıklar gök gürültüleri

şimşekler bile damlalar iri

tanığımdırlar

Tiyatrolar, dağlara, akarsulara, denizlere

tapınaklar ana oğul kız

tanığımdırlar

Adlarını koyduğum burunlar

koylar yeşiller maviler

kurtlar kuşlar

tanığımdırlar

Seviyorum ülkemi.

Mavi yolculuk işte budur…

 

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

BİR MASAL VE ARDINDAKİ TARİH

Fareli Köyün Kavalcısı 725 Yaşında

Almanya’nın Aşağı Saksonya bölgesinin başkenti Hameln ya da İngilizce yazılışıyla Hamelin/Hamlin şehri doğal güzelliklerinin yanı sıra dünyaca ünlü bir söylence/masala da ev sahipliği yapmaktadır. Türkçe’ye “Fareli Köyün Kavalcısı” olarak çevrilmiş bu ünlü söylence/masal günümüz anlatımlarında mutlu sonla bitse de gerçekte Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.



pied-piper-of-hamelin-548x214

Söylence 1284 tarihinde Hameln şehrine gelen rengarenk elbiseli ve kaval çalan bir adamın bir sebeple 130 çocuğu şehirden götürmesiyle ilgilidir. Konuyla ilgili en eski yazılı belge şehir kroniklerinde yer alan1384 tarihli Latince kayıttır: “Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.” şeklinde geçen bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş ancak kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır. Öte yandan kaydın tarihinden on yıl geriye gidilmesi halinde elde edilen 1374 tarihi ile söylencenin genel kabul gören 1284 tarihi arasındaki uyumsuzluk da başka bir soru işareti olarak karşımızda durmaktadır. Bu olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılmış olduğu, şehrin 14 ila 17. yüzyıllar arasında tutulan kayıtlarından anlaşılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray yine kayıtlardan öğrendiğimize göre 1660 yılında parçalanmıştır. Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılmış olan vitrayda kavalcı renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden fareler ise vitrayda yer almamaktadır çünkü onların hikayeye dahil oluşu ancak 1559’da olacaktır.

Konuyla ilgili ilk kaynaklar

Willy Krogmann “Der Rattenfänger von Hameln: Eine Untersuchung über das werden der sage” 1934, künyeli eserinde belirttiğine göre 14. yüzyılda Hameln’de yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Bu kitabın 17. yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış olması sebebiyle bu tanıklığın izini sürmek mümkün olmamıştır.

Elimizdeki ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen Lueneburg Yazması’dır. Burada, olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır

“1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü

26 Haziranda

Hameln’de doğmuş  130 çocuk alındı

Rengarenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve

Kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.”

Günümüzde Lueneburg Yazması temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky’ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20.000 kişilik Çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Rengarenk kıyafetli ve kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceği düşünülmektedir. Nitekim ortaçağda kasaba kasaba dolaşıp asker toplayan görevlilerin kaval benzeri bir enstrüman çaldıkları bilinmektedir.

hamelin-logo

Bir diğer iddia ise Amerikalı tarihçi William Manchester tarafından “A World Lit Only by Fire” isimli kitapta dile getirilir. Manchester’e göre söylencedeki kavalcı aslında psikopat bir sapıktır. 20 Haziran 1484’de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve “ağza alınmayacak şeyler” yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış, öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir. Ancak Manchester’in bu iddiasını destekleyecek hiçbir yazılı kanıt yoktur.

Kimilerine göre ise çocuklar “doğal bir sebeple” ölmüş olabilirler. Kavalcı  ise gerçek bir kişi değil Ölüm’ün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağda Ölüm’ün sıklıkla aksak ya da alacalı veya benekli bir kıyafet giymiş kişi olarak betimlenmesi bu iddia sahiplerinin en büyük dayanağı olarak gözükmektedir.

Jobus Fincelius 1556 tarihli “De Miraculis Sui Temporis”  (Zamanının Harikaları Üzerine) isimli eserinde Kavalcı’yı Şeytan’la özdeşleştirir. Aynı şekilde Robert Burton da 1621 tarihli “The Anatomy of Melancholy” (Melankoli’nin Anatomisi) isimli eserinde Şeytan’ın 20 Haziran 1484’de Kavalcı kılığına girerek Saksonya şehri Hameln’den 130 çocuğu alıp götürdüğünü ve onlardan bir daha haber alınamadığını yazarak olayı doğaüstü güçlerle ilişkilendirir. William Ramesey ise 1668’de “Worms” (Kurtlar) isimli eserinde tarihi 22 Temmuz 1376 olarak verirken, olayı da “Tanrı’nın Şeytan’a verdiği muhteşem bir ödül” olarak nitelendirir. Alman efsanelerinin bazı versiyonlarında da Kavalcı aslında Germanik Tanrı Odin (Wodan) olarak betimlenmektedir. Bir kısım kilise mensubu tarafından doğru kabul edilen bu iddiaya göre pagan inancın simgesi Odin, hristiyan çocukları kandırmış karşılığında ceza olarak öldürülmüştür. Simgesel olarak pagan inancının ve Tanrılarının Hristiyanlık karşısında yenilgiye uğramaları bu anlatımın temel özelliğidir.

Farelerin Söylenceye Katılışı  

Kont Froben Cristoph Zimmern kesin olmamakla beraber 1559-1565 yılları arasında yayınladığı Zimmern Kronikleri’nde söylenceye yer vermişti. Ancak o güne kadar diğer anlatımlarda görülmeyen bir şey yapmış ve hikayeye fareler ile onların sebep olduğu bir salgın hastalığı da eklemiştir. Zimmern ne yazık ki kesin bir tarih vermemiş, olaydan “birkaç yüz yıl önce” diye bahsetmiştir.

En eski İngilizce kayıt ise Richard Rowland Verstegan (1548-1636) tarafından 1605’de yazılan “Restitution of Decayed Intelligence” (Hasar Görmüş Zekanın Yeniden Yapılandırılması) isimli eserde karşımıza çıkar. Verstegan da söylenceye fareleri eklemiştir ve tarihi 1376 olarak belirtir.

Ortaçağ tarihçisi Stanley Aronsen’e göre Avrupa’da 1300’lerin ortalarına kadar fareler yiyecek için tarla ve kilerlere dadanan, ahşap eşyaları kemiren ve kimi zamanda uyuyan çocuklara saldıran rahatsızlık verici bir hayvandan başka bir şey değildi. O dönemde ölü fare başına para ödeyen şehir ve kasabaların olduğu da bilinen bir gerçektir. Hatta dönemin şapkalarında fare kuyruğu biçiminde bir aksesuar da moda olmuştu. Ancak asıl problem 1347’de Asya’dan gelen ticaret gemilerinin Sicilya’ya getirdiği kara farelerin Avrupa’ya yayılmasıyla baş gösterdi. Bu fareler Orta Asya’ya mahsus salgın hastalıklar getirmişlerdi ve bu salgınlar sonradan Kara Ölüm ya da Veba olarak adlandırılacaktı.

Büyük bir ihtimalle söylenceye farelerin eklenmesi, Avrupa’da yıkıcı etkileri görülen veba salgınının yarattığı korkudan olsa gerektir. Kesin bir kanıt olmamakla beraber Hameln şehrinin de bu salgından etkilendiği düşünülmüş ve bu iki acı olay birleştirilerek tek bir söylence haline getirilmiş olabilir. Gezgin fare avcılarının benzer hikayelerine Avusturya, Fransa, Polonya, Danimarka, İrlanda ve İngiltere’de de rastlanır.

stock-photo-the-pied-piper-of-hamelin-germany-2846461

Johann Wolfgang Goethe 1813’de söylenceyi Almanca olarak şiirleştirmiş hemen ardından bu şiir Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816’da ise Grimm Kardeşler Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri Deutsche Sagen’de bu söylenceye “Die Kinder zu Hameln” adıyla yer vermişlerdir. 1842 yılında ise İngiliz şair Robert Browning söylencenin belki de Anglo-Sakson dünyada Almanya’dakinden çok daha fazla sevilmesini sağlayan uzun şiiri “The Pied Piper of Hamelin”i yayınlamıştır. Browning’in şiirinde ise tarih 22 Temmuz 1376 olarak verilmiştir.

Grimm Kardeşler’in aktardığına göre hikaye şöyledir:

“Brunswick bölgesinde şirin bir kasaba olan Hameln (Hamelin) bir gün farelerin istilasına uğrar. Her yer farelerle doludur ve kasaba halkı bu durum karşısında çaresiz kalır. Sonunda rengarenk kıyafeti içinde bir kavalcı çıkagelir ve Hameln’i farelerden kurtarabileceğini söyler. Bu hizmetinin karşılığında da 1000 florin ister. Kasabanın valisi bu ücreti ödemeyi kabul eder. O gecenin sabahında yabancı kavalından çıkan nağmelerle fareleri peşine takarak hepsini kasabanın hemen dışındaki Weser Nehri’ne götürüp orada boğar. Böylece kasaba farelerden temizlenmiş olur. Halk sevinç içindedir. Kasaba meydanında vali ve şehrin ileri gelenleri toplanır. Kavalcı öncelikle kendisine söz verilen paranın ödenmesini ister ancak vali bu paranın çok fazla olduğunu düşünerek çok daha az bir miktar teklif eder. Anlaşamazlar ve Kavalcı kızgınlıkla kasabayı terk eder.

Farelerden kurtulmuş olmanın getirdiği rahatlıkla kasaba halkı o gece her zamankinden daha derin bir uykuya dalar. Tarih 26 Haziran Aziz Paul ve John günüdür. Kavalcı kasabanın sokaklarında dolaşarak kavalını yeniden çalmaya başlar. Ancak bu sefer peşinden sürüklediği çocuklardır. Kasabanın hemen dışındaki tepelerden birine giderler. Tepenin yamacında açılan bir yarıktan içeri girerek gözden kaybolurlar. Sadece iki çocuk o da biri sağır olduğundan duyamadığı diğeri de topal olduğu için diğerlerine yetişemediğinden geride kalıp kurtulurlar. Sabah kasabaya dönen çocuklar her şeyi kasaba sakinlerine anlatır. Bütün çabalara rağmen ne tepede açılan yarık ne de giden çocuklar bulunabilir. Ve bu olay acı bir hatıra olarak kuşaktan kuşağa anlatılır.”

Grimm Kardeşler’in aktardığına göre, “bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa “Bungelosse Gasse” ismi verilir. Yani davul çalmanın yasak olduğu sokak. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanmıştı. Öyle ki sokaktan bir düğün alayı geçiyor olsa bile eğlence ve coşkularına ara verip sessizce yürürlerdi. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilmiştir. Burada haç şeklinde taştan ve karşılıklı olarak iki anıt dikilidir. Çocuklar ve kavalcı açılan yarıktan bir tünele girmişler ve Transilvanya’ya kadar yürümüşlerdir. Şehrin sonradan inşa edilmiş kapısında ise şu Latince ibare yazmaktadır: “Centum ter denos cum magus ab urbe puellos duxerat ante annos CCLXXII condita porta fuit.” (Bu kapı, büyücü 130 çocuğu şehirden götürdükten 272 yıl sonra yapılmıştır.) 1572’de ise vali bu olayı şehir kilisesinin penceresine vitray olarak işletmiştir.”

caption

Browning’in şiirinde ise çok ufak bazı farklar vardı. Örneğin Kavalcı’nın kıyafeti sarı ve kırmızıdır. Şiirin sonunda ise Grimm Kardeşler’de olduğu gibi çocukların açılan yarıktan geçerek Transilvanya’ya gittiklerini ve oraya yerleştiklerini söyler. Elbette Browning’in şiiri görece mutlu sonla bitmektedir çünkü o bu şiiri yakın dostu aktör William Mcready’nin hasta çocuğu Willy’nin hoşça vakit geçirebilmesi için yazmıştır. Ve şiir bugün de kullanılan ve İngilizce’ye yerleşmiş bir öğütle biter. Öyle ya da böyle verdiğimiz sözü tutmalı ve Kavalcı’ya parasını ödemeliyiz!

GÜNÜMÜZDE EN ÇOK KABUL GÖREN GÖRÜŞ

Dilimizde Fareli Köyün Kavalcısı olarak bilinen bu söylencenin açıklanmasına yönelik olarak ortaya atılanlar içinde, Hameln şehri sakinlerinin de hemfikir olduğu, Doğu Avrupa kolonizasyon hareketini temel alan tez ön plana çıkmaktadır. Bu teze göre Hameln şehrinin çocukları kendilerine yeni bir yerleşim yeri kurmak için yurtlarını terk etmişlerdir. Pek çok Avrupa şehrinin, söylencenin geçtiği dönemde kurulduğu düşünülürse, çocukların yeni yerleşimciler olabileceği fikri anlamlı hale gelmektedir. Hameln’in etrafındaki “Querhameln” (değirmen kasabası Hameln) gibi bazı yerleşimlerin isimleri de bu iddiayı destekler gözükmektedir. Kavalcı’nın buradaki rolü ise yerleşimcilere yol gösteren bir lider olabilir.

Hameln şehrinin resmi web sitesine göre akla en yatkın olarak kabul edilen yorum şöyledir: “Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia’ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece bir kaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da insanlar oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir söylenceye dönüşmüş olmalıdır.”

Bu açıklama üzerine akıllara şu sorunun gelmesi normaldir: O halde neden böylesi bir göçün hiçbir yazılı kaydı  bulunmamaktadır? Bu soruya verilen cevap, göçmen toplamak ya da seçmekle görevli kişinin Hameln’de bir çeşit usülsüzlük yaptığı ya da rüşvete bulaşmış olabileceğidir. Ancak Hameln’de bazı eski evlerin duvarlarında bahsettiğimiz göç teorisini destekleyen yazılar bulunmuştur. Bunlara göre 26 Temmuz 1284 tarihinde Olmutz Başpiskoposu Bruno von Schaumburg’un görevlendirmiş olduğu bir yetkili (Kavalcı) Hameln kasabasına gelmiş ve 130 çocuğu beraberinde götürmüştür. Schaumburg o sıralarda Bohemya Kralı II. Ottokar’ın emrinde, bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Moravia’nın bir bölümünü iskan etmekle meşguldü. Öte yandan o tarihlerde Avrupa’nın bu bölgesinde bir evin bütün malları evin büyük oğluna kalır diğer kardeşleri hiçbir hak iddia edemezlerdi. Bu durum da göç teorisinin gerçek olma ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır. Sonuçta yaşadığı yerde hiçbir gelecek kuramayacak olan birçok gencin, kendilerine fırsat ve toprak kazandıracak bir göçe istekli olacağı düşünülebilir.

Tarihçi Ursula Santter, dilbilimci Jurgen Udolph’un Doğu Avrupa’da soyadlar üzerine yaptığı araştırmaları baz alarak şu tezi ileri sürmektedir: “Dan’ların 1227 Bornhoved savaşında yenilmeleri üzerine Baltık Deniz’nin güney bölgeleri Almanlar tarafından kolonileştirilmeye elverişli hale gelmişti. Pomerania, Brandenburg, Uckermark ve Prignitz başpiskopos ve dükleri asker toplama görevlileri ve “lokator” diye adlandırılan iskana uygun yer bulmakla görevli kişiler vasıtasıyla yeni bölgelere yerleşmeyi kabul edenlere büyük imkanlar sundular. Aşağı Saksonya ve Westfalya’dan pek çok genç bu çağrıya kayıtsız kalamadı. Buna kanıt olarak Westfalya’da pek çok yerleşim ismi gösterilebilir. Örneğin Westfalya’dan Pomerania’ya kadar düz bir hat üzerinde Hindenburg isminde beş, Spiegelberg isminde ise üç yerleşim birimi vardır. Güney Hameln’deki Beverungen ile Berlin’in kuzeydoğusundaki Beveringen ve günümüz Polonya’sındaki Beweringen yerleşim isimleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.” Udolph’un Polonya telefon kayıtları üzerinde yaptığı araştırmada “Hameln çocukları”nın Hameln’deki atalarının soyadlarını muhafaza ederek bu bölgede yaşadıklarını ortaya koymuştur.

Sonuç olarak pek çok iddia yüzyıllardır araştırmacıların kafasını meşgul etmeye devam ediyor. Tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masal/söylencesi henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırıyor. Tabi günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya devam ediyor.

***

ESKİ ÇAĞ’DA FARELERLE İLGİLİ İNANÇLAR

  • Fare ve sıçanların davranışları dikkatle takip ediliyor iyi veya kötü olayların alametleri olarak yorumlanıyordu.
  • Yahudi inancına göre Nuh Peygamber fare ve domuza Gemisinin çöplerini temizleme görevi vermişti. Ancak fare bu işte biraz ileri gidip başbelası haline gelince Nuh Peygamber aslanın burnundan kediyi oluşturarak meseleyi çözmeye çalışmıştı.
  • Mısır hiyerogliflerini açıklamak amacıyla yazılmış ve günümüze ulaşmış tek antik kaynak olan Horapollon metninde fareler yıkıcı güç sembolü olarak gösterilmektedir. Mısırlılar bu olumsuz özelliğine rağmen fareye saygı duyarlardı çünkü o her zaman pek çok dilim içinden en iyisini seçmeyi başarırdı.
  • Efsaneye göre Teucri’ler kendilerine yeni bir yurt kurmak üzere Girit’ten ayrılırken bir kahin tarafından “şehrinizi size yerlilerinin saldırdığı bir yerde kurun” sözleriyle uğurlanırlar. Troya’da farelerin saldırısına uğramaları üzerine bunu kahinin sözlerinin doğruluğuna yorar ve şehirlerini orada kurarlar. Akabinde Apollo Smintheus adına (Apollo Farelerin Efendisi) bir tapınak dikerler. Denildiğine göre Troya’da fareler kutsal kabul edilirdi.
  • Grek yazar Heraclides Ponticus’a göre, farelerin Chrysa’da (Çanakkale açıklarında bir ada) kutsal kabul edildiklerini yazar. Bu şehir de Apollo tapınağı ileünlüdür. Bugünkü Çanakkale Gülpınar’ın güneybatısında yer aldığına inanılan Hamaxitus şehrinde fareler kamusal alanlarda halk tarafından beslenirlerdi.
  •    Herodotus Mısır’ın M.Ö. 699 yılında Sennakerib komutasındaki Asurlular tarafından işgal edildiğini anlatır. Bu işgal sırasında Mısır kralı Sethon Tanrılardan yardım istemesi gerektiği konusunda bir rüya görür. Kalesinin surlarına çıkarıp Tanrılara yakarır. Savaşın olacağı günün sabahı çok erken bir saate Asur kampı bir tarla faresi ordusu tarafından saldırıya uğrar. Bütün silahları kullanılamaz hale gelir ve yenilirler. Bunun üzerine Kral Sethon elinde bir fare ile betimlendiği taştan bir heykeli Memphis’teki Hephaistos tapınağına diktirir ve kaidesine şöyle yazdırır: “Her kim bana bakar, Tanrılar onu esirgesin.”
  • Cicero, De Divinatio adlı eserinde doğaya aykırı görünen bir takım olaylarda keramet aramanın saçmalığından bahsederken, bu tip şeylerde bir keramet olsa kendisinin endişelenmesi gerektiğini çünkü kütüphanesinde farelerin Platon’un “Devlet” adlı eserini kemirdiklerini yazar.
  • Plinius M.Ö. 89’daki Marsian savaşını farelerin Lavinium kentindeki bütün gümüş kalkanları kemirerek önceden haber verdiklerini söyler. Yine Plinius’a göre Clusium’da Romalı general Carbo’nun öleceğini ayakkabı bağlarını kemirerek önceden haber vermişlerdir. Naturalis Historia isimli eserinde ise Grek yazar Theophrastus’tan alıntılıyarak “Gyaros Adası sakinlerinin, farelerin demir olanlar da dahil her şeyi yemeleri yüzünden adayı terk etmek zorunda kaldıklarını” yazar.

ORTAÇAĞ SÖYLENCELERİ

  • Çok zalim bir adam olan Polonya Kralı Popiel II, 820’de tahta çıkar. Öyle çok eziyet eder ki halkına sonunda Tanrı ceza olarak kralın üstüne fareler gönderir. Kral ve ailesi bu intikamcıların şerrinden kurtulmak için Prusya sınırındaki Gopla Gölünde bir adaya sığınır. Ancak fareler burada da kralı bulurlar. Kaleyi ele geçirip ailesiyle beraber kralı öldürürler.
  • Mayence’in zalim başpiskoposu II. Hatto kıtlık zamanında depoları ürünle dolu olmasına rağmen halkını aç bırakır. Hiçbir yerde yiyecek bulamayan fareler nihayetinde başpiskoposun yiyecek dolu depolarına saldırırlar. Bu arada Hatto’yu da öldürmeye çalışırlar. Başpiskopos Rhine’da günümüzde “Fare Kulesi” olarak bilinen yapıya saklanır. Ancak fareler burada da onu rahat bırakmaz ve kulenin duvarlarında kemirerek açtıkları deliklerden içeri girip zalim Hatto’yu öldürürler.
  • İngiltere’nin krallar tarihini anlatan “A Chronicle of the The Kings of England” kitabında anlatıldığına göre Fatih William döneminde kralın lordlarından biri kralın verdiği bir ziyafet esnasında farelerin saldırısına uğrar. Önce denize sonra tekrar karaya kaçmasına rağmen farelerin ısrarlı takibinden kurtulamaz ve en sonunda onlar tarafından öldürülür.

BENZER SÖYLENCELER

Grimm Kardeşler ve Robert Browning’in anlatımlarında görülenler dışında aynı temayı küçük farklarla işleyen benzer söylenceler vardır. Bunlar arasında en ilginç olanlarından biri Kavalcı’nın yerini İbn-i Sina’nın aldığı Suriye kaynaklı söylencedir.

“Evvel zaman içinde Halep’te bir sultan yaşardı. Bir gün İbn-i Sina ile sohbet ederken önlerinden geçen fareyi gösterip “bu fareler de her tarafı sardı, bir şeyler yapmalı” der. Bunun üzerine İbn-i Sina şehri farelerden temizleyebileceğini ancak sultanın da ufak bir yardımda bulunması gerektiğini söyler. Buna göre İbn-i Sina fareleri şehirden çıkarırken sultan şehir kapısının hemen dışında bekleyecek ve ne görürse görsün gülmeyecektir.

Bir sabah vakti İbn-i Sina yanında küçük bir tabutla şehir meydanına gelir. Tılsımlı bazı sözler söyler. Bir tek fare çıkagelir. İbn-i Sina fareyi öldürüp tabuta koyar. Tekrar tılsımlı sözler söyler. Bu sefer dört fare gelir ve tabutu sırtlarlar. İbn-i Sina son bir defa tılsımlı sözler söyler ve binlerce fare meydana toplanır. Başta tabutu taşıyan dört fare olmak üzere şehrin dışına doğru giden bir cenaze korteji oluştururlar. Şehir kapısından çıkmaya başladıklarında sultan bu garip görüntü karşısında önce şaşırır ancak bir müddet sonra durumun komikliğine dayanamayıp gülmeye başlar. Kapının dışına çıkmış bütün fareler ölürken henüz çıkmamış olanlar hızla şehrin içine dağılır ve tekrar gözden kaybolurlar. Sultanın gülmesi tılsımı bozmuş farelerin bir kısmı kurtulmuştur.”

***

Almanya kaynaklı bir başka söylence olan Magdalenagrund’lu Fare Avcısı’nda Viyana yakınlarındaki Korneuburg şehrini fareler basar. Kavalcı bu versiyonda Viyana’dan gelir. Dönem tam 30 yıl savaşları sonrasıdır. Kavalcı kenti farelerden temizler ancak parasını alamadığı için çocukları yakındaki bir tepenin içindeki yarığa sokmak yerine Constantinapolis’e götürür.

***

Benzer temalarla örülmüş bir başka söylence de Çin kaynaklıdır.

“Ha-Hsiang yetenekleri, adaleti ve iyi yürekliliği sayesinde kenti Hangchow’a yönetici olur. Onun kişiliğinden çok etkilenen baş yönetici Ma-Chih’le kan kardeşi olurlar. Bir gün bir ziyafet esnasında Ma- Chih, Ha-Hsiang’dan konuklara sihir yeteneğinden birkaç örnek vermesini ister. Bunun üzerine Ha-Hsiang bir tabağa toprak doldurur ve birkaç saniye içinde toprağa attığı kavun tohumları son derece lezzetli kavunlara dönüşür. Buna benzer birkaç inanılmaz sihir daha göstererek ziyafetteki herkesi şaşırtır. Daha sonra Ha-Hsiang şehrin fareler tarafından istila edildiğini öğrenir. Bunun üzerine yine tılsımlı bazı sözler söyleyerek bir cins davul çalıp uzun bir ıslık öttürür. Bir müddet sonra binlerce fare yanına gelmiştir. İriliğiyle diğerlerinden ayrılan bir farenin yanına gider ve ona “Tanrı’nın adaletinin kendilerine yetmesi gerektiğini ve insanların malları ve ürünlerine dokunmamaları gerektiğini” söyler. Sadece iyi kalpli bir insan olduğu ve her canlının yaşam hakkına saygı duyduğu için onları oracıkta öldürmediğini de ekler ve farelerden şehri terk etmelerini ister. Farelerin kralı bu konuşma karşısında bütün ordusuyla beraber şehri terk eder ve bir daha da kimse Hangchow’da farelere rastgelmez.

PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR 

Fareli Köyün Kavalcısı  ya da İngilizce adıyla “The Pied Piper of Hamelin” özellikle Robert Browning’in şiirinin yayınlanmasından sonra Anglo-Sakson dünyada son derece sevilen bir şiir-masal olarak yer buldu. Söylencenin İngilizceye ilk girişi ise Richard Rowland Verstegan (1548-1636) tarafından 1605’de yazılan “Restitution of Decayed Intelligence” (Hasar Görmüş Zekanın Yeniden Yapılandırılması) isimli eserle olur. Standart Proverb Collection ( Standart Deyişler Külliyatı) kitabına göre söylencenin kaynaklık ettiği pek çok deyiş İngiliz Dilinde yer almaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır.

brown

“He who pays the piper can call the tune” “He who pays the tune may order the tune(1611), “Those that dance must pay the music”(1638)

Hepsini Türkçe’ye “Parayı veren düdüğü çalar” şeklinde çevirebileceğimiz bu sözler kimi uzmanlara göre daha da eski tarihlerde İngiliz Dili’ne girmiş olabilirler.

“To be a pied piper” fiili ise hem olumlu hem olumsuz kullanımıyla her yaştan insanı bir araya getirip etkileri altına alan kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Örneğin politikacılar, pop yıldızları, öğretmenler gibi… Özellikle İngilizce’de ki bu kullanımın söylencenin kendisiyle yakın alakalı olduğu düşünülmektedir.

ALP EJDER KANTOĞLU
NTV TARİH DERGİSİ’NDE 2009 YILINDA YAYINLANAN İLK YAZIM

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

DİLİN TARİHİ

İş Bankası Kültür Yayınları’ndan bu yılın Haziran ayında çıkmış olan “Dilin Tarihi” isimli kitabını bugün alabildim. Haliyle henüz okuma fırsatım olmadı ama her yeni kitap alışımda olduğu gibi sayfalar hızlıca çevrildi, göze takılan yerler okundu, Roma-Yunan dil çalışmaları ile ilgili pasajlar bulundu, okunup üzerinde biraz düşünüldü. Haliyle, bu ilk tanışmadan sonra burada da tanıtılmasının iyi olacağı kanısına vardım. Ancak şimdilik arka kapak yazısı ve künyeyle yetineceğiz mecburen.

IMAG2578 Dilin Tarihi

Steven Roger Fischer
çev: Muhtesim Güvenç
250s.
Türkiye İş Bankası – Kültür Yayınları
18 TL.

 

(ARKA KAPAK)

Doğada görülen en büyüleyici yeteneğin, sıradan ve benzersiz bir becerinin, yani dilin hikâyesini anlatan Dilin Tarihi, bilinen ya da gün yüzüne çıkarılan insan dillerindeki değişikliklerin formel ve teknik anlatımıyla yetinen geleneksel dilbilim tarihi eserlerinden çok farklı bir kitap.

Eserde sırasıyla bütün hayvanların dillerinden primat dillerine, genel olarak Homo Sapiens’lerin dilinden insan dillerinin büyük ailelerine, özgül dil ailelerinden yeni küresel toplumun dil kullanımına, internetle birlikte değişen iletişim teknolojisinin dil üzerindeki etkisine ve günümüzde “dünya dili” konumuna giderek yaklaşan İngilizcenin muhtemel geleceğine kadar geniş bir konu yelpazesi üzerinde duruluyor.

Dilbilim öğrencileri için yararlı bir hazırlayıcı metin olan Dilin Tarihi, özel dilbilim terminolojisi ya da yöntemleri hakkında hiçbir önbilgi gerektirmediği için, genel okuyucunun da dilin hikâyesini, bu benzersiz serüveni kolayca izlemesine olanak veriyor.

Dilin Tarihi, Steven Roger Fischer’ın kaleme aldığı üçlemenin ilk kitabı. Önümüzdeki aylarda yayımlanacak diğer kitaplar ise, Yazmanın Tarihi ve Okumanın Tarihi.

“Steven Fischer’ın ilgi çekici ve iddialı çalışması, bir bölümü neredeyse hiç bilinmeyen, bir bölümü ise yıllardır çeşitli derinliklerde araştırılmış engin bir sahayı keşfe çıkıyor. Fischer, insan doğasının ve başarılarının temel ve özgün yönlerine ilişkin zorlu sorular ortaya atıyor. Heyecan verici ve son derece bilgilendirici bir araştırma.” Noam Comsky

Kitabın bölümleri ise şöyle:

1. Hayvanlar Arası İletişim ve Dil
2. Konuşan Maymunlar
3. İlk Aileler
4. Yazılı Dil
5. Soyağaçları
6. Dilin Bilimine Doğru
7. Toplum ve Dil
8. Geleceğin İpuçları
Notlar
Seçme Kaynakça
Dizin

Alp Ejder Kantoğlu

 

 

Yorum bırakın

Filed under GÜNCEL

BİR NAZİ EFSANESİ: ODESSA

II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra müttefiklerin aradığı pek çok Nazi’yi kaçırarak yakalanmalarını önlediklerine inanılan gizli bir örgütten bahsedilir. Bormann ve Nazilerin sapık doktoru Mengele’nin yanı sıra pek çok üst rütbeli subayı büyük paralar karşılığında Almanya’dan çıkardıklarına inanılmaktadır. Odessa Şebekesi ya da kısaca Odessa adı verilen bu organizasyona Avrupa çapında pek çok kuruluşun yanı sıra Vatikan’ın da faaliyetlerinde yardımcı olduğu iddia edilmiştir.

Söylendiğine göre “Odessa Şebekesi 10 Ağustos 1944 yılında Strasburg’daki  Maison Rouge Oteli’nde yapılan ve Hitler’in bile haberdar olmadığı gizli bir toplantıyla kurulur. Almanya’nın yenileceğini anlayan Nazi Partisi yöneticilerinden bazıları ve sanayiciler bir araya gelir. Paralar, silahlar, belgeler kısaca sermayenin her türlü mal varlığı tarafsız ya da savaş halinde olunmayan ülkelere transfer edilir. Alman sanayisinin ileri gelenleri bu ülkelerde kendi adlarına hesap açacak kişilerle anlaşarak bütün servetlerini emniyete alırlar. 1946 yılında Amerikan Maliye Bakanlığı dünyada Alman sermayesi ile kurulmuş 750 şirketin varlığını saptar. Parti yöneticileri bu şirketlerin kilit noktalarına az dikkat çeken adamlarını yerleştirmiştir. Amaç, yenilgiden sonra Reich’ı yeniden kurabilmek için gereken parayı bu sanayicilerden alabilmektir. Bu şartı yerine getirmeyi kabul eden her iş adamı ülkeden kaçırılacaktır.

Ünlü Nazi avcısı Simon Wiesenthal Odessa Şebekesi’nin gerçek olduğuna inandığını belirtmiştir. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında da Çekoslovak İstihbarat Örgütü Odessa Şebekesi’nin varlığına dair bir raporu müttefiklere sunmuştur. Uzmanlara göre Odessa adı aslında Die Spinne (Örümcek), Konsul (Konsey), Leibewache (Koruyucu) gibi pek çok Nazi örgütünün ortak adı olarak öne çıkmış bir isimdir. Yaklaşık 10.000 Nazi’yi ülkeden kaçırdıkları düşünülen bu örgütler, yenilmesine rağmen yeniden dirilecek bir Reich için çalışıyorlardı. Bir anlamda Odessa Şebekesi Nazi hazinesi haline gelmişti. Kaçırdıkları her adam için aldıkları paralarla biriken ve Nazilerin bütün dünyada gizlemeyi başardıkları servetin bir milyar dolar olduğu zannedilmektedir. Parayı kullanma hakkına sahip kişilerin listesinin beş kopya olduğu, bir kaçının bankalarda diğerlerinin de Odessa’nın elinde olduğu düşünülmektedir. Bu paranın ne olduğu, nasıl kullanıldığı ya da kullanılacağı ise Odessa ile ilgili pek çok başka şey gibi sırrını  hâlâ korumaktadır.”

odessa

Odessa hakkında yazılan kitapların en ünlüsü Frederick Forsyth’ın 1972 tarihli “Odessa File” (Türkçesi: Odessa, e yayınları, çev: Fikret Arık, 1972) isimli romanıdır.

Yazar 1938 yılında İngiltere’de doğmuş, önce İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinde  pilotluk yapmış, 1958 yılında gazeteciliğe başlamıştır. Diğer çok satan-tanınan romanı “The Day of The Jackal” da Türkçeye Çakal adıyla çevrilmiştir.

Forsyth’ın romanı 1974 yılında sinemaya da uyarlanmış ve başrollerinde Jon Voigt, Maximillian Schell ve Maria Schell yer almışlardır.

odessa movie

Peter Miller isimli serbest çalışan bir gazeteci Hamburg’da tesadüfen dahil olduğu bir cinayet soruşturması esnasında çok gizli bir savaş sonrası Nazi örgütüyle ilgili ipuçlarına ulaşır. John F. Kennedy’nin öldürüldüğü gün başlayan olaylar Peter Miller’in hiç tahmin etmediği bir şekilde seyreder. Gerilim romanları yazmada son derece başarılı olan Forsyth’ın belki de en başarılı romanı olan Odessa, Naziler, II. Dünya Savaşı sonrasında dünya, gizli servisler gibi konulara meraklı olanlar tarafından mutlaka okunmalı. Romandan kimi yerlerde farklılaşsa da sinema uyarlaması seyredilmeyi hakeden ve klasik mertebesine ulaşan bir prodüksiyon olarak sinema tarihine çoktan geçmiş durumda.

Siz siz olun Odessa gibi gizli örgütlerin varlığına inanın. Belki de siz de yıllar önce benim gibi, Odessa tarafından ülkesinden kaçırılan ve sıradan bir koleksiyoncu sandığınız eski bir Nazi tank subayı ile tanıştınız da farkında değilsiniz…

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

Yâdigâr-ı Uhuvvet

ilk scan ornek

Muhterem kardeşime
Yâdigâr-ı uhuvvet (kardeşlik, bağlılık)

Bir zamanlar kardeşler birbirini özler, tek satırlık da olsa böyle kartlar atıp hasret gidermeye çalışırlarmış…

Kartın arka yüzünde ise,

“Ah hemşireciğim!
Sizi pek seviyormuşum çünkü pek göreceğim geldi.” yazılı.

Bir kadın ya da erkeğin hemşireciğim hitabından anladığımız kadarıyla kızkardeşine yazdığı bu kart belki de görünenden fazlasını içeriyordur. Ne yazanın ismi var, ne gönderenin. Damga ve pul da yok demek ki elden gönderilmiş. İster misin henüz farkedilmek istemeyen bir aşığın maşuğa yazdığı şifreli bir mesajı ele geçirmiş olalım…

Scan0002

Ne olursa olsun kart güzel, karttaki bayan da güzel. İster aşk için olsun ister dostluk için, sevgi her çağda güzel deyip fazla romantizme dalmadan bu ikinci blog bir şeyler deneme yazısını da nihayete erdirelim.

Alp Ejder Kantoğlu

 

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

KEMAL TAHİR – BİR DEVRİN YÜZ AKI

Gece vakti ne alaka demeyin. Yeni yeni ısındığım bu blog işinde bir şey denemem gerekti, aklıma öylesine tezelden yazacak bir şey gelmedi. Ben de NTV Tarih’de Kemal Tahir – Nazım Hikmet Mektuplaşması’nı konu alan dosya içinde yer almış yazımı paylaşayım dedim. Maksat bir şey denemek…

***

ktahir

Gerçek adıyla İsmail Kemalettin Demir 13 Mart 1910 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası II. Abdülhamid’in yaverlerinden, deniz yüzbaşı Tahir bey, annesi ise Naile Sultan’ın hizmetinde bulunan Nuriye hanımdı. Annesinin zamansız ölümü nedeniyle Galatasaray Sultani’sinden 10. Sınıftayken ayrılmak zorunda kalan Kemal Tahir, avukat katipliği, ambar memurluğu gibi işlerde çalıştı. Gazeteciliğe başlaması 1932 yılına rastlayan Tahir Vakit, Haber, Son Posta, Yedigün, Karikatür, Karagöz ve Tan gibi gazetelerde görev yaptı.

O günlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası’na üye ve sıkı bir Kemalist olmasına rağmen 1938 yılında Nazım Hikmet’le beraber “Orduyu isyana teşvik” suçlamasıyla yargılandı ve on beş yıla mahkûm oldu. 1950’deki genel afla serbest kalana kadar on iki yıl boyunca Çankırı, Çorum, Nevşehir ve Malatya cezaevlerinde yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra takma isimlerle çeşitli romanlar yazdı. 6 – 7 Eylül olayları sonrası günah keçisi ilan edilenlerden biri olarak Harbiye Cezaevi’nde 6 ay daha hapis yattı. Sonrasında 1973, 21 Nisan’ında kalp krizi sonucu hayatını kaybedeceği ana kadar kendini, fikir ve edebiyat dünyamızı derinden etkileyecek tezlerini ortaya koyduğu romanlarını yazmaya adadı.

Oğuz Atay’a göre Kemal Tahir, kendisiyle hesaplaşmayı başarabilmiş bir insan olarak tarihle ve başkalarıyla da hesaplaşabilme cesaretini gösterebilmişti. Gerçekten de tüm yaşamı boyunca sormaktan ve sorgulamaktan çekinmeyen Kemal Tahir yerleşik kalıplara ve dayatmalara karşı durdu. Moda deyişle söylemek gerekirse hep ezber bozdu. Doğu ile batının orta yerinde hem doğulu hem batılı yani kendi deyimiyle “çift gerçekli” bir ülkenin insanı ve bir imparatorluğun mirasçısı olduğunu hiç unutmadı.

Türkiyeli bir sosyalist olarak, klasik Marksist öğretinin genelde Doğu, özelde Türk toplumunu açıklayamayacağını savundu. Osmanlıyı ve cumhuriyeti Türkiye’nin kendine özgü koşullarını dikkate alan yeni bir bakış açısıyla inceledi. Zamanla hem sol hem de sağ çevrelerin sert eleştirilerine hedef olma pahasına “Osmanlı’nın sınıfsız bir toplum, Osmanlı Devleti’nin kerim bir devlet olduğu; hem cuntacı hem devrimci olunamayacağı; Kurtuluş Savaşı’nın anti emperyalist bir savaş olmadığı çünkü anti kapitalist olmayanların anti emperyalist olamayacağı” gibi tezlerini romanları vasıtasıyla topluma aktarmaya çalıştı. Bütün yaşamı boyunca hakikatin peşinden koştu ve bu uğurda pek çok haksız eleştiriye göğüs germek zorunda kaldı. Resmi söylem ve nereden gelirse gelsin dayatmalara boyun eğmedi.

Bir meselesi ve tavrı olan Kemal Tahir, Cemil Meriç’in dediği gibi “Bir devrin yüz akı” olarak düşünce, siyaset ve edebiyat tarihimizde hak ettiği yeri çoktan aldı.

***

Son bir kelam edelim. Severiz Kemal Tahir’i de neden severiz? Ömrün yarısını çoktan geçtikten sonra eşsiz bir nimet olarak şu fakire bahşedilen evlada adını verecek kadar ne buluruz bu adamda? Yazar olarak geçmiş, gelecek ve dahi yaşadığı çağda bir benzerinin olmaması mı sevmemize sebep? Belki etkisi olmuştur yeteneğinin ama en önemlisi ona buna bükülmeyen bir adam olmasıdır. Sormaktan sorgulamaktan çekinmemesidir hiçbir şeyi. Bir de sevgisidir bu ülke insanına duyduğu, çok söylemese de her satırında hissedilen…

Alp Ejder Kantoğlu

Yorum bırakın

Filed under EDEBİYAT

Nero Roma’yı Gerçekten Yaktı mı?

Meydana geldiği günden bu yana hakkında en çok spekülasyon yapılan felaketlerden biri hiç kuşkusuz Büyük Roma Yangını’dır. Roma İmparatoru Nero’nun hükümranlığı esnasında yaşanan bu olay hakkında neredeyse 2000 yıldır pek çok şey söylenmiş ancak yangının nasıl ve kim tarafından çıkarıldığı konusunda kesin bir sonuca varılamamıştır. Şarkılara, romanlara, şiirlere ve aşklara konu olmuş bu yangını acaba gerçekten Nero’mu çıkartmıştı yoksa kimi tarihçilerin söylediği gibi bu sadece bir kaza mıydı?   

Günümüz tarihlendirme metoduna göre MS. 64 yılının 18 Temmuz’u 19 Temmuz’a bağlayan gecesinde Roma’nın devasa oyun alanı Circus Maximus’un hemen arkasında nedeni bilinmeyen bir kıvılcım çakar. Sıcağın ve rüzgarın etkisiyle hızla büyüyen alevler bir anda Palatinus, hemen ardından da Caelianus Tepeleri’ni sarar. Roma’nın düzensiz yapılaşması ve rüzgara açık sokakları sebebiyle yangın diğer bölgelere de büyük bir hızla yayılır.

ROME MAKET

Yangın sırasında henüz 8-9 yaşlarında olan ve sonradan Roma’nın önemli tarihçileri arasına girecek Tacitus bu yangını “Bir anda yayıldı ve beş günden fazla sürdü.” diye anlatacaktır. Yine Tacitus’tan öğrendiğimize göre halk gittikçe büyüyen alevlerden kurtulabilmek için açık alanlar ve sokaklarda toplanır. Yangın sırasında Roma’nın üçte ikisinin yok olduğunu anlatan Tacitus bu durumun hırsız ve yağmacıların da iştahını kabarttığını ve bu kişilerin yangın söndürme çalışmalarını engellediklerini yazar.

Dönemin tarihçilerinden Yaşlı Plinius yangın hakkında bilgi veren diğer bir kaynaktır. Iosephus, Dio Chrysostom, Plutarkhos gibi dönemin diğer büyük tarihçileri nedendir bilinmez bu büyük felaketten eserlerinde bahsetmemişlerdi. Daha sonraki dönem tarihçilerinden Suetonius yangının 6 gün 7 gece; Domitius ise 9 gün sürdüğünü yazar. Aslında Tacitus’a göre de yangın 9 gün sürmüştür. İlk 6 gün sonunda tam yangın kontrol altına alınmışken birden tekrar şiddetlenir 3 gün daha devam eder. Bu esnada 800 yıllık Jupiter Stator Tapınağı, Vesta Rahibeleri Tapınağı ve tabii onların şehrin kuruluşundan beri hiç sönmeyen ocakları da dahil olmak üzere pek çok kutsal yapı yok olur. Bu ikinci alev dalgasının halk üzerindeki etkisi korkunçtur. Şehrin lanetlendiğini düşünmeye başlarlar. Bu esnada bir takım kişiler yangını Nero’nun kendi zevkine göre bir Roma inşa edebilmek için çıkardığı söylentisini yayarlar. İş öyle bir hale gelir ki Nero’nun yangın sırasında elinde liri ile Troyanın Yıkılışı’nı anlatan bir şarkıyı mutlulukla söylediği kulaktan kulağa yayılır.

nero-fiddling-as-rome-burns1Suetonius ve Cassius Dio, Nero’nun yangın sırasında bugün için elimizde sadece 10 dizesi kalmış bir epik destan olan Iliou Persis’i lir çalarak söylediğini yazarlar. Aynı yazarlar bu yangını çıkaranın da Nero olduğunu yazmışlardır. Tacitus ise Nero’nun bu yangını çıkarmış olmasının imkan dahilinde olmadığını çünkü o sırada bugünkü İtalya’da Lazio civarlarında bulunan Azio (Antium) şehrinde olduğunu söylemektedir. Nero, aynı zamanda doğduğu şehir olan Antium’daki tatilini bırakıp hemen Roma’ya dönmüştür. Bütün çabasına rağmen yangın Maecenas Bahçeleri’ne ve Nero’nun sarayı Domus Transitora’ya da sıçrar. Sarayın bir bölümü harap olur. Nero halkı korumak için sarayın bahçesini, Agrippa’nın yaptırmış olduğu kamu binalarını ve Mars Tapınağı’nın geniş ön alanını kullanıma açtırır. Açlık tehlikesine karşı ise komşu şehirlerden yiyecek getirtmiş ve temel besin maddelerinden mısırın fiyatını düşürtmüştür.

Bütün çabalarına rağmen Nero halk arasında yangını kendisinin çıkartmış olduğuna dair çıkan söylentinin yayılmasını engelleyememiştir. Özellikle eski bir kehanetin yeniden uyarlanarak “Ne zaman ki ana katili hüküm sürecek Roma’da / İşte O son verecek Aeneas’ın soyuna” (Cassius Dio) şeklinde söylenmeye başlaması annesi Agripinna’yı zehirlediğine inanılan Nero’nun Roma’yı da yakmış olabileceğine olan inancı artırmıştır.

Bütün bu olumsuz şartlar ve yangının sorumluluğunun üstüne kalması yüzünden Nero karşı atak olarak yangını Hıristiyanların çıkartmış olduğunu söyleyerek Hıristiyanları işkenceye tabi tutmuş ve suçu üstlenmelerini sağlamıştır. Hıristiyanlar o dönem yaşadıkları yoğun baskı karşısında kurtuluş ve teselli noktasında “Roma’nın ateşler içinde kalıp yok olacağına” dair bir kehanete inanıyorlardı. Nero açısından, bu inancın doğrulanması için bir takım Hıristiyan kundakçının şehri ateşe verdiği ve kehanetin gerçekleştiği yolundaki söylenti yararlı olmuştur. Böylelikle rahatça Hıristiyanları suçlamış ve suçu onların üzerine yıkmıştır.

Günümüz araştırmacılarının büyük bölümü Büyük Roma Yangını’nın inanılanın aksine Nero tarafından çıkartılmadığı görüşündedirler. Tacitus’un yazdıklarını temel alan bu görüş sahiplerinin dayanakları şunlardır:

  • Yangın Nero’nun kendi sarayı Domus Transitora’nın da bir bölümünü yakmıştır.
  •  Nero’nun yaptırmak istediği yeni sarayı Domus Aurea’nın inşa sahası yangının başladığı yerden neredeyse bir kilometre uzaktadır. Yeni saray için yer açmaya çalıştığı iddiası bu noktada geçersiz kalmaktadır.
  • Nero’nun halihazırda kullandığı sarayın dekorasyon ve mermerlerini beğenmediği için yakmaya çalıştığı iddiası da modern araştırmacılar tarafından çok gerçekçi bulunmamaktadır. Sonradan Nero’nun yaptırdığı saray Domus Aurea’nın dekorasyon ve resimlerinin neredeyse eski sarayla birebir aynı olması bu görüşü desteklemektedir.

ROMA COİN

Sonuç olarak yangına kim ya da kimlerin sebebiyet vermiş olabileceği; kazayla mı yoksa kundakçılık sonucu mu meydana geldiği gibi soruların net bir cevabı hala verilememiştir. Nero’dan sonraki dönemlerde de Roma aynı İstanbul gibi büyük yangınlara maruz kalmıştır. Çarpık yapılaşma, yangına müsait malzeme kullanımı gibi etkenler dolayısıyla yangın riski her dönem Roma’da var olmuştur. Bunlar göz önüne alındığında Nero’nun Roma’yı yakmış olabileceğine inanmak bir benzetme yapmak gerekirse 11 Eylül saldırılarının arkasında ABD kükümeti’nin olduğuna inanmakla eşdeğerdir. Tarihe, kişilere ve eylemlere bakışımız bu tip büyük bilmecelerin cevabını nasıl verdiğimizi de belirleyecektir.

O halde Nero Roma’yı yaktı mı yakmadı mı sorusunun cevabı nedir? Bizce hayır yakmamıştır ama yanmasından dolayı pek de üzülmemiş olsa gerektir…

Alp Ejder Kantoğlu

Bu yazı kısaltılmış olarak NTV Tarih Dergisi’nde yayınlanmıştır.

Yorum bırakın

Filed under AB URBE CONDITA